DARIA DUGINA'NIN ESKATOLOJİK İYİMSERLİĞİ

26.08.2025

Daria Platonova Dugina, Eschatological Optimism (PRAV Publishing, 2023) kitabının önsözünden alıntı

Sophia Anı

Daria hakkında yazmak benim için çok zor, çünkü özellikle son zamanlarda o benim için her şey olmuştu: bir dost, bir düşünür, saklanacak bir sevinç, diyaloğun ortağı, ilham kaynağı ve bir destek direği. Onu kaybetmenin acısı dinmeye yanaşmıyor; aksine, sürekli yenilenmiş bir kuvvetle yeniden alevleniyor. Yine de anlıyorum ki, onun kitabı Eschatological Optimism’i açarken, onun duymak isteyeceği ve okuyucuya da faydalı olabilecek sözlerle başlamak gerekir.

Daria Dugina bir düşünürdü, bir filozoftu. Bunu organik ve tüm kalbiyle yaşamıştı. Evet, felsefi yolunun henüz başındaydı ve bazı düşüncelerin ve fikirlerin anlaşılması uzun yıllar (hatta yüzyıllar) gerektirebilir. Ama bu başka bir mesele. Öncelikle temel olan şudur: İnsan ya filozoftur ya değildir. Daria filozoftu. Bu, onun felsefe dünyasında hangi yolları kat edeceğinden bağımsız olarak, yolunun başlangıcının bile değerli, önemli ve dikkate şayan olduğu anlamına gelir. En zor olan şey, felsefenin alanına girmek, kralın kapalı sarayına bir giriş bulmaktır. İnsan, ne kadar kuşatma yaparsa yapsın dışarıda kalabilir. Bu en sıkı korunan saraya girmek, gerçek düşünürün derinliklerinde duyduğu çağrıya bağlıdır. Daria bu çağrıyı duymuştu.

Aristoteles, felsefede iki tür sistematik düşünce ayırır. İlki sophia (σοφία) anıdır: zihnin ani bir parıltısı, Logos’un aydınlatıcı sezgisidir. Bu gençlikte, yetişkinlikte veya yaşlılıkta meydana gelebilir. Hiç olmayabilir de. Rivayete göre Herakleitos, bir ana kadar hiçbir şey bilmediğini, sonra ise birden her şeyi bildiğini söylemiştir. İşte bu sophia anıdır. Herakleitos için de, Aristoteles için de Logos birdir ve bölünmezdir. Eğer birine onun varlığını tecrübe etme onuru verilmişse, o kişi artık farklı bir insana dönüşür: bir filozofa. Artık ne düşünürse, nereye bakarsa, Logos’un ışıkları altında, onun birliğiyle bütünleşerek yaşar. İşte felsefeye giriş böyle olur. Platon’un Devlet’inde bu noesis (νόησις) diye adlandırılır: bireysel entelektüel çıkarımları, ebedi ideaların en yüksek dünyasına yükseltme yetisi. Daria Dugina bu damgayı taşımıştı. Sophia anını yaşamıştı ve bu geri dönüşsüzdü.

Onun Phronesis’i

Bir de ikinci tür düşünce vardır. Aristoteles buna phronesis (φρόνησῐς) der. Herakleitos ise küçümseyici bir şekilde buna “çok şey bilmek” (polymathy) derdi; ki onun gözünde bu, “zihni öğretmeyen” bir şeydi. Platon’da buna karşılık gelen kavram dianoia (διάνοια)’dır: yani her şeyi tek bir bütün halinde toplamayan, aksine her şeyi parçalara, sınıflara ve kategorilere ayıran akıl yürütme tarzı. Sophia aniden (ya da hiç) gelir, ama phronesis daima zaman, deneyim, çalışma, okuma, gözlem, alıştırma ve gayret gerektirir.

Phronesis de önemlidir. Ama mesele şuradadır: Eğer sophia tecrübesi yaşanmışsa, zihnin sonraki tüm alıştırmaları artık Logos’un değişmez ekseni etrafında şekillenir. Eğer yaşanmamışsa, phronesis sıradan, dünyevi bir bilgelik haline gelir. Bu da elbette değerli ve faydalıdır, ama felsefeyle ilgisi yoktur. Ne kadar okuma, analiz ve akıl yürütme egzersizi yapılırsa yapılsın, eğer daha önce felsefenin kapalı sarayına girilmemişse, bu çaba — ne kadar yoğun olursa olsun — sadece çevrede dolanmak gibidir. Bu teknik olarak işe yarayabilir, ama özünde tamamen dışsal ve bir bakıma dünyevi kalır.

İşte bu anlamda, Daria’nın phronesis’i büyük bir felsefi yolun henüz başındaydı. Felsefeyi temelden öğrenmeye, teorileri ve sistemleri derinleştirmeye, düşünce tarihini, teolojiyi ve kültürün sonsuz alanını yakından tanımaya yeni başlamıştı.

Belki de Eschatological Optimism kitabının en önemli noktası buradadır. Bu, yaşayan bir düşüncenin kitabıdır. Burada önemli olan, atıf yapılan teorilerin, isimlerin ve yazarların ölçeği, derinliği veya hacmi değildir. Önemli olan, gerçek bir filozofun düşündüklerini kendi varlığında nasıl yaşadığı, açığa çıkardığı ve somutlaştırdığıdır. Önemli olan, onun Sophia ışığında felsefi düşünmesidir. İşte bu kitapta yenilik ve tazelik buradan gelir.

Sonuçta Daria, yazıp konuşurken yorumların ve ayrıntı gözlemlerinin dağınık çizgilerine gitmek için değil, okuyucuyu kendi içine dönmeye, felsefeyi yaşamaya, bir “dönüş” (ἐπιστροφή) yapmaya davet etmek için yazıyordu. Nitekim Yeni Platoncuların “dönüş” dediği şey, Daria’nın da özellikle vurguladığı şeydir. Bu dönüş onun için kilit noktadır. Sophia’yı tecrübe ettikten sonra, başkalarının — okurların, dinleyicilerin, hepimizin — Logos’un aynı aydınlatıcı sezgisini yaşamalarını istiyordu.

Onun kitabı, kralın kapalı sarayına ulaşmak için birçok farklı yolu gösteriyor: bir yerde neredeyse fark edilmeyen bir gedik, başka yerde yer altı geçidi, bir başka yerde alçak bir çit. İçeri giren kişi, nasıl girileceğini, nasıl çıkılacağını ve nasıl dönüleceğini bilir.

Bu nedenle, Daria Dugina’nın kitabı hem başlatıcı hem de adanmış bir metindir. Felsefe için yeteneği, çağrısı ve iradesi olan biri için bu kitap bir vahiy olabilir. Daha “phronetik” insanlar için ise özlü bir Platonculuk ansiklopedisi işlevi görebilir. Estetik zevk sahipleri için zarif düşüncenin bir modeli olabilir. Rusya’nın gizemini arayanlar içinse böylesine çetin ve asil bir yolda mütevazı bir işaret taşı olabilir.

 

Bir İşaret Olarak Daria

Daria Dugina’nın kitabı da bir işarettir. Martin Heidegger, Logos’un gerçek çağrısına sağır olan insanların, işareti, ikonu ya da başka bir şeye işaret edeni kendi başına yeterli görmeye eğilimli olduklarından şikâyet etmişti. İşte burada felsefi putperestlik yatar. Bir işaretin anlamı, önemi ve önceden belirlenmiş amacı, kendisine değil, başka bir şeye işaret etmesidir. Onun çağrısı şöyledir: “Bana değil, işaret ettiğim şeye bak; çünkü ben buyum, misyonum, doğam ve çağrım budur. Ben cevap değilim, ama cevabın yolunu biliyorum ve seni onu bilmeye götürüyorum. Ben içerik değilim, yalnızca bir haritayım; bu haritayı takip ederek, her yerde hazır bulunan yüzeyselliğin alanından çıkıp, canlı ve anlamlı varoluşun derinliklerine ve yüceliklerine yükselebilirsin.” Tesadüf değildir ki, Daria Dugin’in ikinci kitabının adı Kalbimin Derinlikleri ve Yücelikleri’dir (Topi i vysi moego serdtsa, Moskova: ACT, 2023).

Daria kendisini her zaman bir işaret olarak görmüştü ve felsefi çalışmalarını derlenmiş bir rehber olarak değerlendirmişti. Bu işaretin son ve kesin işaret olacağını ya da haritasının tamamlanmış olup fikirler dünyasındaki bütün önemli noktaları ve nesneleri gösterdiğini iddia etmedi. Mütevazı bir düşünürdü, felsefi taktin, sınırın ne olduğunu ve o sınırın ötesine geçildiğinde neler yaşandığını biliyordu. Bu yüzden “Sınır” konusuna (başka bir eserini adadığı) bu kadar dikkatle eğilmişti. Yazılarında, konuşmalarında ve sunumlarında sadece bildiği ya da henüz aşmamış olduğu, ama kendisini çeken, vahiyler, karşılaşmalar, kavrayışlar ve belki de acı hayal kırıklıkları vaat eden felsefi yolun kesitlerine işaret ediyordu. Felsefi hayat böyledir. Onun bu hayata dair tüm deneyimleri paha biçilmezdir.

Felsefi Kahraman

Daria bir filozoftu, çünkü doğumundan trajik ölümüne kadar tüm hayatı felsefenin asli unsuru ile tam bir uyum içinde geçti. Ailemiz için ana yönelim noktası Gelenek’tir; bu da felsefenin esasen dini, dikey, Tanrı’ya ve göğe yönelen bir şey olarak kavrandığı anlamına gelir. Düşüncenin başlangıçlarının ve ilkelerinin aranması gereken yer orasıdır. Yuhanna İncilinde bize aktarılan mutlak hakikat —“Başlangıçta Söz (Logos) vardı” (Ἐν ἀρχῇ ἦν ὁ λόγος)— yol gösterici yıldızdır. Daria Dugina, Gelenek Festivali’nden dönerken düşman tarafından öldürüldü. Gelenek başlangıç ve sondur, alfa ve omega’dır. Daria’nın felsefi kaderinde onun omegası, yani son noktası, aynı ışınla — Logos’un ışınıyla — delindi.

Daria Dugina felsefi bir kahramine dönüştü. Logos’un ışını boyunca dünyaya indi ve aynı ışın boyunca göğe yükseldi. Şehadet mührü onun düşüncesine, misyonuna, entelektüel hayatına vuruldu. Bu, paha biçilmezdir — ve büyük bir bedeli vardır.

Antik Yunanlılar, gerçek bir düşünürün sonsuza dek gitmesini, ölmesini ve yok olmasını kabul edemiyorlardı. Logos’a sonuna dek sadık olan birinin, yani omegasına sadık kalan birinin ölmediğine, aksine ebedi fikirler ufkunda yeni bir yıldıza dönüştüğüne ya da tanrı olduğuna inanıyorlardı. Sokrates ve Platon, Apollon’un tezahürleri olarak nesiller boyunca saygı gördü; Yeni Platoncu Plotinos ise, zamanı aşanlara sonsuzluğun değişmez ışıltısını hatırlatmak için dünyaya gelmiş ebedi yargıç Rhadamanthus figürü olarak görüldü.

Hristiyanlık ise bu tür pagan fikirlerini geride bıraktı, fakat bu başarıyı daha önce akla gelmemiş yüce bir mertebeye yükseltti. Artık Tanrı’nın kendisi, yani Logos’un kendisi, cismani dünyaya geldi, insan oldu, acı çekti, öldürüldü, dirildi ve kendisine ait olan ebedi tahta çıktı. İsa Mesih’ten sonra, birçok Hristiyan azizi ve şehidi aynı yolu izledi. Logos’u takip ettiler, onun için acı çektiler, onda öldüler, onda dirildiler ve göğe yükseldiler. Hristiyanlıkta hiç kimse iz bırakmadan kaybolmaz. Arkadaşları için, Tanrı’nın Oğlu Mesih için, Logos için, aydınlık ve dikey düşünce için hayatlarını feda edenler, daha da canlıdırlar ve burada kalan bizler için ebedi göklerden ışıldayacaklardır.

Sadece bir filozof olarak doğmak ve yaşamak yetmez, bir filozof olarak da ölmek gerekir. Ve bunu kendi ruhuna, inancına ve göklere işaret eden işarete tam uyumla yapmak, gerçek düşünürün özüdür. Hakiki bir filozof kahraman olmaktan kaçamaz. Filozofun hayatına kazınmış trajik mühür, en yüksek takdirdir. Yalnızca acıdan doğan şey hakikidir ve değerlidir. Bu dünyada kendi içinde bu dünyadan olmayan bir şeyi taşıyanların kaderi böyledir. Daria’nın derinlemesine yaşadığı ve cesurca üstlendiği felsefi hüzün, işte buradan kaynaklanıyordu.

Eschatolojik İyimserlik: Teoriye Doğru

Bu kitabın ana konusu —Daria Dugina’nın felsefi denemelerinden oluşan bu eserin— başlıkta da belirtildiği gibi “eschatolojik (kıyametsel/ahirete dair) iyimserliktir.” Burada en iyisi Daria’nın kendisini takip etmektir; çünkü o, bu kavramı katı rasyonel terimlerle değil, deneyimsel ve fenomenolojik şekilde tanımlamaya çalışır, bu fikri yaşama ve deneyimleme biçimini paylaşır ve bu deneyime çekilenleri davet eder. Bir anlamda, “eschatolojik iyimserlik” kavramının yazarı Daria’nın kendisidir. Onun en sevdiği yazarlar arasında (Cioran, Evola, Jünger) bulsak da ya da bunu yepyeni ve özgün bir şey olarak görsek de fark etmez. Önemli olan kelimeler değil, belirli terimlerin, ifadelerin ya da cümlelerin bir yöntem, bir çözümleme aracı, bir yorumlama temeli haline gelmesidir.

“Eschatolojik iyimserlik” bir paradokstur. Kaçınılmaz kadercilik ile özgür iradenin zaferinin birleşimidir; dünyanın çöküşünü en keskin biçimde deneyimlemekle birlikte, hiçbir kanıtı olmayan, yalnızca daha da ateşlenen bir ruh zaferi inancıdır. Eschatolojik iyimser, en derin umutsuzluk derecesiyle her şeyi kuşatan sevinçli umudu aynı anda, en uç noktada deneyimleyebilir. Birinin sonu, diğerinin başlangıcıdır. Sonun acısı, başka bir başlangıcın sevincidir. Biz ise aynı anda iki dünyaya ait varlıklar olarak bu dünyanın kaderine, çöküşüne, eksikliklerine, yozlaşmalarına ve uçuruma kayışına birlikte acı çekmekten kaçınmamalıyız. İnsan acı çeken bir varlıktır. Bundan kaçış yoktur. Nitekim Tanrımız neden çarmıhta acı çekti? O acı çektiyse, bizim de aynı şeyi yapmamız gerekir. Bu dünya zaten bir dünyanın sonudur ve bu acı onun tüm yapısına, tüm katmanlarına, tüm düzeylerine nüfuz eder. Eğer dikkatli olursak, bu sayfalarda varlığın nasıl acı çektiğini, evrenin nasıl ağladığını okuyabiliriz. Onun gözyaşları bizim ruhlarımız, düşüncelerimiz ve yorucu rüyalarımızdır.

Ama işin bir de başka tarafı vardır. Ebedi gökyüzü çok uzak, ulaşılmaz, erişilemez görünebilir, fakat aslında içimizdedir. Daha doğrusu, eğer içimizde olmayanı derinden deneyimlemeye istekli olursak, yaşamımızı bu ontolojik yırtık, bu kara delik etrafında inşa edersek, bir gün içimizde yeni bir yıldız doğacaktır — gizli âlemin yıldızı, dirilişin “akşamı olmayan” ışığı. İşte o zaman, kederin bir dönüm noktasında, eschatolojik iyimserin kendisinin bile farkına varmadan, karanlık ışığa dönüşecektir. Gökyüzü elimizin altında olacaktır. Beklenmedik ve aniden. Bir patlama gibi.

 

Platonculuk ve Hristiyanlık

Daria Dugina bir Platoncu filozoftu, yani bir Platonistti. Buna şunu da eklemek gerekir: O, bir Ortodoks Hristiyan Platoncu filozoftu. Çocukluğundan itibaren Gelenekçiler’in (René Guénon, Julius Evola, Mircea Eliade ve onların takipçileri) fikirleriyle, aynı zamanda Ortodoks Hristiyan kültürüyle (Daria, bizim gibi, yani ebeveynleri gibi, Edinoverie geleneğine ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin Eski İnanış ayinine bağlıydı) yetişti. Moskova Devlet Üniversitesi Felsefe Fakültesi’ndeki çalışmalarının en başında Platon ve Platoncuları keşfetti. Her şey, Hristiyan Platonizminin zirvesi olan Areopagit Dionysius ile başladı. Areopagitizm, ona Ortodoks Hristiyan teolojisini Platonik evrenle birleştirme imkânı sunan yol gösterici yıldızı oldu. Platonculuk üzerine derinleştikçe, Ortodoksluk ve Gelenekçilik ile organik bir bağ buldu.

Gelenekçi filozoflar, Platon’dan yalnızca geçerken söz etmiş, ona fazla yoğunlaşmamışlardı. Hristiyanlıkta ise, Justinianus döneminde Origen üzerine verilen aceleci ve tartışmalı hükümlerden sonra Platon’un öğretilerine karşı sürekli bir güvensizlik doğmuştu. Oysa Hristiyan teolojisinin bizzat temeli — Ortodoksluk — kavramsal çerçevesi, yapısı, anlamı, yönelimi bakımından İskenderiye okulunun ve onun doğrudan mirasçıları Kapadokyalı Babaların (Hristiyan Platonizminin en parlak temsilcileri) katkılarıyla gelişmişti. Buna rağmen, güçlü anti-Platonik saldırıların gölgesinde kalmıştı. Bu mesele, Monofizitler, Monotelitler ve sonrasında Michael Psellos ile John Italos’un öğrencilerinin başarısız teolojik arayışlarıyla daha da ağırlaştı. Nihayetinde, Palamit tartışmalarda Aziz Gregory Palamas’ın rakipleri Barlaam ve Akindynos, Platon’a atıfta bulunarak hesihazmı eleştirmeye çalıştılar.

Ama daha derin baktığımızda ve doğrudan fikirler dünyasıyla ilgili olmayan kültürel ve hatta siyasi bağlamlardan soyutladığımızda, göğe, ebediyete, varlığın yüce ufuklarına yönelik koşulsuz sadakat, dikeylik ve uyumun birliği Platonculuğu Hristiyanlığa şüphesiz çok yakın kılar. İlk Hristiyan apolojistleri bunun farkındaydı. Kapadokyalı Aziz Basil, Hristiyan Ortodoksluğunun en yüksek otoritesi (ve aslında Origen’in takipçisi, onun metinlerini Aziz Gregory Theologos ve Nysalı Gregory ile birlikte ilk Filokalia ciltlerinde derlemiştir) Hristiyanlara Helenik öğretmenlerin eserlerini öğrenmelerini öğütlemiştir. Son olarak, Yunanca orijinallere bakarsak, Areopagit metinleri bazen Proklos ve okulunun eserlerinden neredeyse ayırt edilemez.

Daria bunu keşfettiğinde, bütünüyle Platonculuğa kapıldı ve birçok açıdan, en yakını ve en sevdiği insanlar olan — doğal olarak filozoflar — çevresini de Platonculuğu derinlemesine incelemeye teşvik etti.

Daria ayrıca Platon, Yeni Platoncular ve Avrupa Gelenekçileri arasındaki şaşırtıcı yakınlığa dikkat çekti. Aralarında ontolojilerinin tam bir birlik içinde olduğunu keşfetti: Gelenekçiler, Modernitenin parçalı ve bozulmuş ontolojilerine karşıt, yaklaşık ve polemiksel bir ontoloji tanımlamışlardı; Platoncular ise son derece gelişmiş, ayrıntılı ve bütünüyle açıklanmış bir ontolojiye sahipti — ki bu, Hindu Advaita-Vedanta’dan hiç de aşağı değildi. Böylece Daria, Platonculuğun Gelenekçi felsefeye tam anlamıyla dahil edilebilecek, geleneksel metafiziğin doğru bir versiyonu olarak kabul edilmesiyle Gelenekçiliğin dilini genişletme imkânını keşfetti. Dilin anlamını kavrayanlar için bu, son derece önemli bir keşifti.

Özetlenmiş haliyle tüm bu düşünceler bu kitapta — Eschatological Optimism (Eschatolojik İyimserlik) — yer almaktadır. Platonculuk bu eserde başlı başına bir bölümde işlenmiş, ayrıca farklı metin ve söyleşilerde de sık sık atıfta bulunulmuştur.

Daria’nın düşüncesi, Ortodoks Hristiyanlık, Gelenekçilik ve Platonculuğu uyumlu ve ince bir şekilde sentezler; onları çelişkiye veya çatışmaya sokmak yerine, aralarındaki paradigmatik ortaklığı güçlendirir. Daria, Julian Apostata’yı bile çoktanrıcı bir restorasyon anlamında değil, siyasi Platonculuk ve İmparatorluk metafiziği bağlamında ele alır — yani saf Hristiyan anlayışında imparatorun Katechon (dünyayı kaostan alıkoyan) misyonunun temeli olarak. Bu cesur bir adımdır; ama onun felsefi dünya görüşünün tüm yapısına dayanmaktadır. Bu, Ortodoks Hristiyan geleneğini revize etme girişimi değildir — Daria için Ortodoksluk en sonuna kadar en yüce ve tek gerçekti — aksine, yapının paradigmatik benzerliğine dikkat çekmektir. Bu ise bütünüyle farklı bir meseledir.

Zavallı Küçük Özne

Daria Dugina, özne meselesine büyük önem verirdi. Daha gençlik yıllarında, oldukça saf ama şaşırtıcı bir doğrulukla, Rus kültüründe, toplumumuzda ve halkımızda zayıf öznenin baskın olduğunu fark etmişti. Bu tür özneyi “zavallı özne” ya da hatta “zavallı küçük özne” diye adlandırıyordu. Açıkçası biz de bu yüzden onu biraz takılıyorduk. Çünkü her ne kadar bu tespiti doğru olsa da üzerinde fazla durmaya değmeyeceğini düşünüyorduk. Ama bu fikir Daria’yı büyülemişti ve sürekli olarak bu formülasyona geri dönüyordu. Kadınca bir şekilde bu “zavallı Rus öznesine” acıyordu; öylesine narin, çaresiz ve sakar ama aynı zamanda öylesine yakın, akraba gibi ve sevgili. Daria, başkasının acısını paylaşabilen biriydi. Yakınında şefkati ve merhameti hak eden kimse olmasa bile mutlaka birini bulurdu. “Zavallı özne” kavramı, ruhundaki bu derin hissin ifadesine dönüştü. Onun acıdığı şey bir kişi ya da yaratık değil, bir kavram, bir fikirdi. Bu, derin, ruhsal, felsefi bir merhametti.

Bu kavram birçok açıdan onun yolunu belirledi. Bir yandan, Daria “zavallı öznenin” içinde dile getirilemesi zor, gizli bir vahiy gibi, trajik, acılı bir hakikat olduğunu hissediyordu. Puşkin’in kahramanları onun için çok açıktı; özellikle Posta Müdürü’nden Samson Vyrin, Bronz Atlı’daki Evgeny, Gogol’ün Palto’sundaki deli Akaki Akakieviç ya da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki sarhoş Marmeladov. Savunmasız, zayıf sıradan Rusların arkasında Daria, onların sıradanlığını siler, gizli büyüklüklerini, açıklanmamış bir hakikate sadakatlerini ve dünyanın payına düşen gizemli Rus mesajını sezmişti. Evet, Ruslar zayıf, güçsüz ve biraz deli olabilirler ama onların içinde başka bir şey vardır ve bu başka şey, Rus dalgasına kulak kesilenlere derinden ve keskin biçimde yankılanır. Daria “zavallı özneyi” seviyordu; çünkü ancak bir kadın, tükenmeyen merhametinde, şefkatinin sonsuzluğunda, fedakârlığında ve diğer cinse kapalı olan saf kadınsı yüceliğinde böyle bir özneyi sevebilirdi.

Aynı zamanda Daria’nın içinde güçlü, kararlı, cesur, kahramanca bir özne olma iradesi de vardı. Rus zayıflığı ve yoksulluğu, onda bunu telafi etme ve kendi gücüyle yakalama arzusunu doğurmuştu. Güçlü, iradeli, derin ve etkin bir özne bu zayıflıktan değil, bu zayıflığın içinden doğmalıydı. En önemlisi Batı’nın soğuk entelektüalizmine benzememekti; zira Batı’da ne şefkat ne merhamet vardır, zayıflığa ve yoksulluğa sağırdır, kibirli ve bireycidir. Rus gücü bundan ibaret değildir; Rus öznesi böyle inşa edilmemelidir. Rus öznesi, fedakârlıkta güçlü, halk, devlet ve Kilise için hizmette cesur olmalı; bilgeliği ve derinliği övünmek için değil, tefekkürün doruklarında gördüğü ışığı mağaranın dibindeki bahtsız mahkûmlara ulaştırmak için taşımalı. Güçlü özne, Rus kahramanı, her şeyden önce bir kurbandır. Bu kurban, kaderinin trajik olduğunu, yolunun acıdan geçtiğini bilir; ama bilerek bu yolu seçer ve kendisi için başka bir yol istemez.

Daria, iradeyi, zekâyı ve güçlü, derin, kahramanca öznelliği bilinçli şekilde geliştirdi. Bu, onun bilinçli seçimi oldu. Fakat biriktirdiği bu güç başlangıçta yalnızca kendisi için değildi. Olağanüstü bir kader duygusuyla, halk ve Rus İdeali uğruna kahraman olmaya, fedakârlık yapmaya yazgılı olduğunu biliyordu. Güçlü öznelliği, bilerek, zayıflığa yönelmişti; yarı-yaşayan toplumun zavallı küçük öznelerinin çürümüşlüğünü kendi ateşiyle tutuşturmak, onları kendi kudretiyle doldurmak ve bu kudreti onların da kudreti haline getirmek için.

Kim bilebilirdi ki bu ateş, barışçıl Gelenek Festivali’nden dönerken düşmanların patlattığı genç bir filozofun arabasında yanacaktı. Bunu dile getirmek bile korkunç ama o, her zaman olmak istediği kahramanın yolunu görmüş ve seçmişti.

Daria Dugina’nın Feminizmi

Daria için cinsiyet ve toplumsal cinsiyet meselesi büyük önem taşıyordu. Gelenekçilik felsefesini ve özellikle Julius Evola’nın Cinselliğin Metafiziği’ni takip ederek, erkek ve kadının iki ayrı metafizik dünyayı temsil ettiğini savunuyordu. Aralarında doğrudan hiçbir benzetme güvenilir değildir. En küçük ayrıntı bile, erkek dünyasında ve kadın dünyasında farklı bir anlam, farklı bir amaç, farklı bir biçim ve farklı bir öz taşır. Daria, varoluşun zenginliğini burada görüyordu. Bunu kabul ettiğiniz anda, önünüzde tek bir evren değil, iki evren açılır. Aralarındaki ilişki asla güç/itaat, tamlık/eksiklik, doğruluk/eğrilik, varlık/yokluk gibi düz mantıkla indirgenemez. Her dünya kendi boyutuna, topolojisine, anlam yapısına, kendi diline ve lehçelerine sahiptir. Daria, kadınların dilinin ne olduğu sorusunu ciddi şekilde kendine soruyordu. Çünkü kadınlar kendi aralarında bile erkeklerin dilini konuşmaya devam ederler. Yalnızca nadir anlarda — özellikle de bebeklerle yalnız kaldıklarında — kadınların derinde saklı sesleri ve heceleri açığa çıkar. Bunlar unutulmuş, kaybolmuş, ilksel ana dilin bilinçdışına gömülmüş kalıntılarıdır.

Daria feminizme ilgi duyuyordu ve Eschatological Optimism’in bir bölümü bu konuya ayrılmıştı. Burada Daria kendisini bir ikilemle karşı karşıya buluyordu. Kadınların, toksik erkekliğe karşı egemenliklerini savunmak istemeleri anlaşılır bir şeydir. Bunda haklı bir yön vardır. Kadın bir nesne, köle, mal, ikinci sınıf bir varlık ya da düzelmez bir aptal değildir — bu, aslında kaba, bedensel, ilkel erkek tipine özgü bir bakıştır. Erkek ne kadar yüceyse, kadınsıya o kadar dikkatli, nazik ve ince davranır. Ama modern feminizmde kadın onurunun adil bir biçimde gündeme getirildiği çok nadirdir. Çoğu feminist genellikle üç aşırı uçtan birine kayar: ya erkeklerle tam eşitlik ister (ve erkek dünyasının değerlerini ölçüt kabul ederek kendi cinsiyetini ortadan kaldırır, “erkek” olur); ya ataerkilliği taklit eden bir “anaerkillik” kurar; ya da cinsiyetin büsbütün kaldırılmasını, eşitlik adına cinsiyetsiz sibernetik varlıkları savunur.

Daria’ya göre bu doğru değildi. Başka bir çıkış yolu olmalıydı. Çözümü, erkek ve kadın, eril ve dişil dünyaların özerkliğini savunan bir feminizmde buldu. Kadın dünyasına dair hiçbir reçete olmamalıydı. Kendi doğasına sadık kalan bir kadın, büyük ihtimalle Tanrı’ya hizmeti (rahibelikte), aileye, çocuklara, yüce ve kahramanca bir erkeğe, bir fikre, bir davaya, yüce değerlere hizmeti seçecekti. Bunu yaparken kendi cinsiyetini inkâr etmiş olmaz; bilakis cinsiyetinin içkin zenginliğini ortaya koyar. Kadının da erkeğin de en yüce kaderi — Daria’nın çok sevdiği Platon’un dediği gibi — filozof olmaktır. Elbette kadın daha zayıftır ve birçok yük taşır, fakat bu sadece onun daha çok çalışması, her şeye yetişmesi ve kendi zayıflıklarını aşarak daha güçlü hale gelmesi gerektiği anlamına gelir. O zaman zayıflıkları gücü, yüzeyi derinliği olur (Nietzsche’nin düşündüğü gibi). Bu bambaşka bir feminizmdir — Daria Dugina’nın feminizmi; Ortodoksluk, vatanseverlik ve aileye saygı ile bütünüyle uyumludur.

Postmodernizmin Saldırısı

Daria Dugina çağdaş felsefeyle, özellikle de Postmodernlik ve Postmodernizmle ilgileniyordu. Elbette onun hakikati başka yerdeydi — Gelenekte, Ortodokslukta ve Platonculukta — ama Postmodernliğin bazı yönleri onu büyülüyordu. Daria, Lacan’ı, Deleuze’ü ve nesne-odaklı ontolojiyi oldukça derinlemesine inceledi. Eschatological Optimism adlı eserinde bu çalışmalara ayrılmış koca bir bölüm vardır.

Daria, Postmodernliğin felsefi söylemi ironik bir maskaralığa dönüştüren karmaşık yapısından etkilenmişti. Bu çözülme sürecinde anlamlar açığa çıkıp birikmemiş, aksine daha da karanlık, sönük, uçlarda titrekleşerek tamamen bedensel anlamsızlığa gömülmüştü. Daria için Postmodern felsefe ve nesne-odaklı ontoloji, felsefi demonolojinin alanıydı; Ortaçağ’ın büyücüler ve sapkın önderler hakkındaki kara mucizeler efsanelerine benziyordu. Yani ne yapılmaması ve asla söylenmemesi gereken şeylerin anlatıldığı Malleus Maleficarum (Cadıların Çekici) gibi bir şeydi; ama yine de kimileri bunları yapıyor ve söylüyordu. Bu, düşmanın tamamen yabancı ve tiksindirici kimliğine giren bir keşifçinin son köklerini gözetlemesine benziyordu. İşte Daria’nın Postmodernizm araştırmalarındaki stratejisi böyle yorumlanabilir. Onun deneyimi, düşman topraklarında yapılmış bir metafizik keşif harekâtıydı; onların yapısını, iletişim yollarını, işleyişlerini ve ikmal sistemlerini incelemek için. Düşmanla savaşmak için önce onu anlamak gerekir; onun hipnozuna ve propagandasına kapılmamak (ne yazık ki Rusya’daki felsefe çevresinin büyük çoğunluğu bunu yapıyor) ama aynı zamanda kulaklarını tıkayıp hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmamak gerekir. O şey oluyor. Postmodernlik ve nesne-odaklı ontoloji kendi epistemolojik stratejileriyle saldırıya geçiyor, zayıflığından faydalandıkları zavallı Rus öznesini yozlaşmış, denetlenen sapma ağlarına çekiyor.

Postmodernistler ve spekülatif realizm savunucuları iyi yanlarıyla niyetlerini açıkça ilan ediyorlar. Deleuze, insanı bir şizofrene (şizo-kitleye) dönüştürmeyi öneriyordu; ona göre bu, akıldan kurtulduktan sonra artık “kapitalist sömürüye” tabi olmayacaktı. Nesne-odaklı ontologlar ise insanı tümden ortadan kaldırmayı, insanda hâlâ köz gibi tüten öznelliği söndürmeyi ve onun yerine Yapay Zekâ’nın, sinir ağlarının, siborgların ya da bir çeşit derin ekolojinin zaferini hazırlamayı savunuyorlardı.

Daria, Ortodoks Hristiyan bir düşünürün ve Gelenekçi bir filozofun, bütün bu meseleleri çözmekle yükümlü olduğuna inanıyordu; öyle ki egzotik retorik onları hazırlıksız yakalamasın, savunmasız bırakmasın. O da bunu yaptı. Ve arayışının sonuçlarını merak eden herkesle cömertçe paylaştı.

Yine de Daria bu cephedeki çalışmalarını daha yeni geliştirmeye başlamıştı; Postmodernliği sistematik olarak çözümleme sürecinin en önemli ve temel adımı, ölümüyle aniden kesintiye uğradı. Ama orada kalamaz. Daria Dugina kararlılıkla Gelenek felsefesini geliştirdi ve otoritelerine, büyük öncüllerine yaslandı. Onun felsefi çabası, yerini alanlarca sürdürülmelidir. Bunun için de onun hangi yöne yöneldiğini anlamak hayati önemdedir. Postmodernlik ve nesne-odaklı ontolojiyi eleştirirken kullandığı ilkeleri — ki onun yorumları kısmen Postmodern ironiyi ödünç alıp tersine çevirerek, yapıları çözen kahkahanın tekeline sahip olduklarını sananlara karşı kullanıyordu — kavradığımızda, modern ve çağdaş zamanların sahte felsefesini deşifre etme davası sürdürülebilir ve sürdürülmelidir. Bu, onun doğmamış çocuklarına, yerini alacaklara, yüzyıllardır büyük Platon’un tarlalarında yaşamış filozofların kesintisiz silsilesine bırakılmış bir vasiyettir.

Logos’ta Birlikteyiz

Bu önsözü bitirirken şunu söylemek isterim: Düşüncenin özüne dalmadan dışarıdan bakanlar bana şöyle diyebilir: “Bir filozof olarak, sen aslında kendi düşüncelerini trajik biçimde öldürülen kızına atfediyorsun; onun kendi metinlerinde ve konuşmalarında bunları bulamayız, çünkü o bambaşka biriydi, kendi bireysel dünya görüşüne sahipti.” Elbette Daria tamamen bağımsız ve özgün düşüncelere sahipti. Ama tıpkı benim gibi, ailem gibi, hocalarım ve öğrencilerim gibi, onun derin bireyselliği, zekâyı kişisel, özel akıl yürütmeye indirgemekte değildi. Herakleitos’un şu sözleri — διὸ δεῖ ἕπεσθαι τῶι κοινῶι· ξυνὸς γὰρ ὁ κοινός. τοῦ λόγου δ’ ἐόντος ξυνοῦ ζώουσιν οἱ πολλοὶ ὡς ἰδίαν ἔχοντες φρόνησιν, yani: “İnsanın ortak olana uyması gerekir; çünkü ortak olan evrenseldir. Logos ortak olduğu hâlde, çoğu insan sanki kendilerine ait bireysel bir akıl (logos) varmış gibi yaşar” — Daria için (bizim için ve ‘bizden olan’ herkes için) en saf hâliyle nihai hakikatin ifadesiydi. Logos bir bireyin mülkü olamaz. Aksine, kişi Logosa ait olmalı, ona uymalı, onu onurlandırmalı; eğer bu bağlılık doğru ve sahihse, o zaman hepimiz farklılıklar baki kalsa da aynı Logosa yaklaşırız. Daria ile birlikte biz Logos’ta biriz; Mesih’te ve O’nun hakikatinde biriz. Biz olduk, varız ve var olacağız.

Dasha artık yok. Ama bu imkânsız. Bu olamaz. Onun yokluğuna inanmayı reddediyorum. Kimse beni onun yokluğuna ikna edemez. Hiçbir argüman buna yetmez. Aksine, bu kitap, Eschatological Optimism, onun hâlâ burada olduğunu kanıtlıyor. Bunlar sadece notları değil, onun aklının, ruhunun, ruhaniyetinin nabız atışlarıdır. Bu onun felsefi yaşamının özüdür. Bu hayatın bir başlangıcı oldu, ama sonu yok.

Çeviren Adnan DEMİR