Liberalizmin İhaneti: Batı Kendi İdeallerini Nasıl Terk Etti?

15.04.2025

Liberalizm, feodalizmin ve mutlak monarşinin baskıcı yapılarına bir tepki olarak ortaya çıkmış ve bireylerin özgürlüklerini kullanabilecekleri, korkusuzca mülk sahibi olabilecekleri ve temel haklarına saygı gösteren hükümetler altında yaşayabilecekleri bir dünya vaat etmiştir. John Locke gibi düşünürler “yaşam, özgürlük ve mülkiyetin” kutsal ilkeler olduğu bir toplum hayal ederken, John Stuart Mill bireysel mutluluk ve özerkliğin yönetimin özü olması gerektiğini savunmuştur. Liberalizm, klasik biçimiyle, kendisini otoriterliğe karşı ideolojik bir alternatif olarak ve daha sonra Soğuk Savaş sırasında Marksizme karşı nihai bir yanıt olarak konumlandırmıştır.

Ancak, başlangıçtaki vaadine rağmen, bugün liberal devletlerin izlediği yol, savunduklarını iddia ettikleri ilkelerle açıkça çelişmektedir. Uygulamada modern liberalizm özgürlüğü sağlamak için değil, küresel eşitsizlikleri, ekonomik tahakkümü ve ulusların egemenliklerini ellerinden alan askeri müdahaleleri meşrulaştırmak için bir mekanizma haline gelmiştir.

Filozof Antonio Gramsci bir keresinde şöyle yazmıştı: “Hegemonya yalnızca güç yoluyla değil, ideolojinin şekillendirilmesi yoluyla da sürdürülür.” Bu durum, Küresel Güney'in ekonomik ve siyasi olarak boyunduruk altına alınmasını sağlarken “özgürlük” yayma kisvesi altında nüfuzlarını genişletmeye devam eden Batılı liberal demokrasilerin dış politikalarında olduğundan daha belirgin değildir.

Liberalizm ve Egemenliğin Yıkımı

Batı'nın dış politikası, temel liberal fikir olan kendi kaderini tayin hakkına sürekli olarak ihanet etmiştir. Locke, hiçbir otoritenin yönetilenlerin rızası olmadan yönetmemesi gerektiğini savunmuştur. Ancak Soğuk Savaş'tan günümüze ABD ve müttefikleri, Batı'nın ekonomik çıkarlarına karşı çıkan demokratik yollarla seçilmiş hükümetlerin altını sistematik olarak oymuştur.

Şili (1973), Arjantin (1976) ve Brezilya'daki (1964) darbelerin “demokrasiyi savunmak” adına liberal devletler tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak desteklendiği Latin Amerika tarihine bakmak yeterlidir. Bu tür pek çok müdahalenin mimarı olan Henry Kissinger, “Bir ülkenin, halkının sorumsuzluğu yüzünden komünistleşmesine neden seyirci kalmamız gerektiğini anlamıyorum” demiştir. Tek başına bu ifade bile Batı liberalizminin temel ikiyüzlülüğünü özetlemektedir: özgürlük ancak iktidardakilerin çıkarlarına uygun olduğunda hoşgörüyle karşılanır.
Günümüz dünyasında aynı çelişkileri, Batı'nın egemenliği savunduğunu iddia ederken Ukraynalıların refahından ziyade NATO'nun jeopolitik hırslarına hizmet eden bir savaşı körüklediği Ukrayna'da da görüyoruz. Bu arada, Küba, Venezuela ve İran gibi ülkelere yönelik yaptırımlar insan hakları adına uygulanırken, Suudi Arabistan gibi Batılı müttefikler özgürlükleri açıkça bastırmalarına rağmen denetimden muaf tutulmaktadır.

Ekonomik Özgürlük ve Mülkiyet Hakları Efsanesi

Liberalizmin çelişkilerinin en bariz olduğu bir alan varsa, o da ekonomidir. Adam Smith'in serbest piyasa sistemi vizyonu, rekabetin nihayetinde herkes için refaha yol açacağı önermesine dayanıyordu. Oysa modern neoliberalizm bunun yerine zenginliği birkaç kişinin elinde toplayarak tüm ulusları çok uluslu şirketlerin ekonomik sömürgelerine dönüştürmüştür.
Bir zamanlar bireysel özgürlüğün temeli olarak savunulan özel mülkiyet kavramı, şirket emperyalizminin bir aracı haline gelmiştir. John Locke'un “kişinin emeğinin meyvelerinin kendisine ait olduğu” fikri, Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu'daki kaynakların Batılı şirketler tarafından çıkarıldığı ve yerel halkların yoksulluk içinde yaşadığı bir dünyada anlamsızdır. İroni yadsınamaz - özel mülkiyetin kutsallığını vaaz edenler, bunu dünyanın en savunmasız kesiminden sistematik olarak esirgemişlerdir.

Küresel Güney'in süregelen ekonomik sömürüsü bir kaza değil, modern liberal kapitalizmin kasıtlı bir özelliğidir. Filozof Noam Chomsky uzun zamandır “‘liberalleşme’ denen şeyin basitçe servet ve gücün birkaç kişinin elinde toplanmasını sağlamak anlamına geldiğini” savunmaktadır. Ticaret anlaşmaları, IMF tarafından dayatılan kredi koşulları ve küresel tedarik zincirlerinin manipülasyonu, sözde ekonomik liberalleşmeye rağmen “gelişmekte olan dünyanın” Batılı finans kurumlarına bağımlı kalmasını sağlamaktadır.

Özgürlük: Gözetim ve Kontrol Dünyasında Bir Yanılsama

Batı'nın bireysel özgürlükleri savunma iddiası da yakından incelendiğinde aynı derecede boştur. Özgürlüğün büyük savunucusu John Stuart Mill, “bir devletin değeri, uzun vadede, onu oluşturan bireylerin değeridir” uyarısında bulunmuştur. Oysa modern liberal devletler gözetimi gündelik bir gerçeklik haline getirmiş, güvenlik adına kitlesel gözetimi meşrulaştırırken muhalefeti de suç kapsamına almıştır.

ABD Vatanseverlik Yasası'ndan Avrupa'nın giderek katılaşan dijital izleme yasalarına kadar, bir zamanlar insan haklarını savunan hükümetler şimdi sistematik olarak mahremiyeti otoriter rejimlerin ancak hayal edebileceği şekillerde ihlal ediyor. Bu arada, Edward Snowden ve Julian Assange gibi bu çelişkileri ifşa eden ihbarcılar, özgürlük savunucuları olarak değil düşman olarak muamele görüyor.

Aynı zamanda, sosyal medya sansürü, veri manipülasyonu ve bilginin tekelleştirilmesi yoluyla kamusal söylem üzerinde şirket kontrolünün artması, siyasi özgürlüğün bir yanılsamadan öte bir şey olup olmadığı konusunda ciddi sorular ortaya çıkarmaktadır. Filozof Slavoj Žižek'in de belirttiği gibi, “Günümüzün özgürlüğü, sizin için tasarlanmış seçenekler arasından seçim yapma özgürlüğüdür.” Bireyin seçimleri tamamen kurumsal algoritmalar ve devlet propagandası tarafından şekillendiriliyorsa, ona gerçekten özgür diyebilir miyiz?

Sonuç: Liberalizm Kurtarılabilir mi?

Modern liberalizmin çelişkileri bir kırılma noktasına ulaşmıştır. Bir zamanlar özgürlük felsefesi olan şey, boyun eğdirmenin bir aracı haline geldi. Soğuk Savaş'tan zaferle çıkan liberal dünya düzeni artık küresel eşitsizlikleri sürdüren, muhalefeti bastıran ve şirket çıkarlarını insan onurundan üstün tutan bir sistemdir.

Yine de liberalizmin başarısızlığı, orijinal ideallerinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Belki de gerçek ihanet liberal felsefenin kendisinde değil, onun ilkelerine hiçbir zaman gerçekten bağlı kalmamış devletler tarafından uygulanmasında yatmaktadır. Geriye şu soru kalıyor: liberal toplumlar çelişkilerinin ağırlığı altında çökmeden önce kendilerini reforme edecekler mi, yoksa özgürlüğü silah olarak kullanmaya devam ederken, onu koruduklarını iddia ettikleri insanlardan esirgeyecekler mi?

Tarihin de gösterdiği gibi, hiçbir ideoloji -ne kadar güçlü olursa olsun- temelleri ikiyüzlülük üzerine inşa edildiğinde kendini sonsuza kadar sürdüremez.

Çeviren Adnan DEMİR